Koca şehir sanki iki kişilikmiş,
Sen giderken sanki boş kaldı
Edebiyat Bir Aşktır
1 Ağustos 2012 Çarşamba
25 Temmuz 2012 Çarşamba
Mevlana Celaleddini Rumi
Tarih sahnesine çıkmış insanlar her zaman sonraki yüzyıllarda
isimlerinin anılmasını isterler ve tarih sahnesinden yok olmayı
istemezler. Bir insanın tarih sahnesine çıkışına bakarsak; insanlığı
değiştiren icat, önemlli bir eser , önemli bir mimari yapı, önemli bir
vakaa vs. böyle insanları saymaya kalkarsak ansiklopedi olur. Biz konuya
uygun şekilde edebiyatçı ve düşünür olanların en önemlisinden
başlayacağız. Herkesin aklına bir kaç isim gelmiş olabilir. 2010
yılında UNESCO'nun da dikkat çektiği gibi bu düşünürlerinin başında
Mevlana Celaleddin-i Rumii gelir. Mevlana önemli bir edebiyatçı
olmasının yanında aynı zamanda çağını aşan hümanist düşünürlerin en
başında gelir. Peki tarih sahnesinde yok olmuş o kadar insanın yanında
acaba Mevlana nasıl çağının ötesine geçmiştir?
Geçen yazımda Mevlana hakkında kronolojik bilgi ve Şems ile tanışmasını anlattıktan sonra bugünkü yazıda Mevlana'nın sözleri üzerine bir kaç düşünce, nasıl çağını aştığı , Mevlana'nın insanlara vasiyetinin altında ki düşünceler hakkında elimde geldiği kadar yazmaya çalışacağım.
Giriş yaptıktan sonra Mevlanayı günümüze taşıyan sözlerinin bir kısmını yazmazsam yazıda büyük bir eksiklik oluşur.
-Yine gel, yine gel, her ne olursan ol yine gel İster kafir, ateşe tapan, putperest ol yine gel Bizim bu dergahımız ümitsizlik dergahı değildir Yüz defa tövbeni bozmuş olsun da yine gel.
-Ya olduğun gibi görün, Ya da göründüğün gibi ol
-Sen bizim suretimize [yüzümüze] değil, siretimize [ahlakımıza] bak.
-Ömründen nasibin, kendini Sevgiliden mesut bulduğun andan ibarettir.
-Nice bilginler vardır ki gerçek bilgiden, hakiki irfandan nasipsizdirler. Bu ilim sahipleri, bilgi hafızıdır, bilgi sevgilisi değil.
-Sözünü öyle bir izah et ki havas da avam da istifade etsin.
-Herkesin aklının ereceği, fikrinin anlayacağı bir tarzda anlat.
-Söz söyleyen kemal sahibi olursa, (mağfiret ve hakikat) sofrasını yaydı mı, o sofrada her türlü aş bulunur.
Sözlerinin hepsini yazmama imkan yok çünkü yazarsam mesneviyi yeniden kaleme almış olurum.
Yukarıdaki sözlere kısaca bakarsak insanların nasıl yaşaması gerektiğini ve hedeflediği başarılara nasıl ulaşacağını Mevlana açıkça belirtmiştir. Yani hayatımızı kolaylaştıracak olan düşünceleri aslında Mevlana ortaya dökmüştür. Bu sözlere bakarak aşağıdakileri maddeleri de çıkarmak mümkündür.
1. Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla kurtulacağı
2. Suçtan kurtuluş, akıl yolu ile gafletten uyanış
3. İnanç'daki kudret
4. Tövbe edip doğru yolu bulanların Allah'ın sevgili kulu olacakları
5. Bilginin değeri
6. Gaflete dalış
7. Aklın önemi
Tarih sahnesine baktığımız zaman önemli insanlar her zaman hayata gözlerini yumduktan sonra toplum tarafından kıymeti bilinmiştir. Çünkü insanların düşüncelerini o zamanki toplum net bir şekilde idrak edemez. Bu idrak edememeye bağlı olarak insanlar iyi olan düşüncelere zıt görüş geliştirebilirler. Bu yazdıklarımızın yanında o zaman hakim güç kimse onun sözü geçer ve sürü olan toplumda buna karşı çıkmaz. Bunlara Şeytanın Ayetleri adlı eseri çevirdiği için ve ateist olduğu için Sivas da yakılmak istenen Nazım Hikmet'i, toplumdan farkı düşüncelere sahip olan ve bir toplantıda çatal atılarak protesto edilen Ahmet Kayayı, dönemin olaylarını filmlerinde kokmadan yılmadan anlatan Yılmaz Güneyi, Enel Hak deyip o zamanın yobaz toplumu tarafında derisi yüzülerek öldürülen Hallac-ı Mansur'u, Mlli Mücadelede ön saflarda çarpışan ve Atatürk'e zıt gittiği için eleştirilen Said Nursiyi ve adını hatırlayamadığım nice insanları yazabiliriz. Tabi yazımızın konusunu dağıtmadan tekrar Mevlanaya dönelim.
Mevlana kendi çağının ilerisinde olan bir düşünürdür. Çünkü mevlananın sözleri insanların hayatlarına ışık olmuştur. Her dönemde yaşayan insanlar hayatlarında Mevlanadan bir şey bulmuşlardır. Bunun yanında tasavvuf yolunda aydınlanmış, tüm dinlerin özünün aynı olduğunu, hepsi gibi, tanrıyı içimizde aramamızı ve evrenle bir olduğumuzu söyleyen sufi geleneğinin de başında gelir. Ne olursan ol yine gel diyecek insanları dini düşüncesine göre ayırmamıştır. Peki tarihinde böyle bir sufi yetiştiren ecdadımız şimdi ne yapıyor: Bizdensen gel bizimle ol diyen cemaatler, partiler , bizim düşüncemizde olanları savunalım diyen ideolojiler ... vs. saymakla bitmez. Allah yarattığı için insanları seven Mevlanaya bak bir de bize bak. Bu kadar hiddetlendikten sonra insanlara yapmalarını önerdiği vasiyetini de yazayım ve bizim şimdiki insanların bu vasiyeti nasıl tersten anladıklarını anlatmaya çalışayım.
"Size, gizlide ve açıkta Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, isyan ve günahları terk etmeyi, oruç tutmayı, namaza devam etmeyi, sürekli olarak şehveti terk etmeyi, bütün yaratıklardan gelen cefaya tahammüllü olmayı, aptal ve cahillerle oturmamayı, güzel davranışlı ve olgun kişilerle birlikte bulunmayı vasiyet ediyorum. İnsanların en hayırlısı, insanlara yararı olandır. Sözün en hayırlısı, az ve anlaşılır olanıdır."
Peki bizim yaptığımıza bakalım :
Dilimizle Allah'tan korkuyoruz kalbimizle değil. Eğer kalbimizle korksaydın banka hortumlamalar, kul hakkı yemeler, rüşvet, liyakat, iltimas... vs. olmazdı. Mevlana az yemek yiyin diyeceğine çok yemek yiyin deseydi daha çok sevilirdi bence!!! Az konuşmaya gelince bizim milletin yaptığı en önemli şey konuşmak zaten !!! Ama ne konuştuklarını da bir bilseler. İsyan ve günahları terk etmeyi, oruç tutmayı, namaza devam etmeyi gibi maddeleri zaten bir müslüman kalbiyle yapmalıdır. Ama bunu göstermelik yapanlardan korkmayalım da kimden korkalım. Bir insanın bunları yapıp yapmaması Allah ile kul arasındadır -Martin Luther'in Bastil hapishanesinin kapısına astığı bildiride yazdığı gibi- aptal ve cahillerle oturmamaya gelince bu konu hakkında yazdığım yazı daha detaylı bilgiler içermektedir. İnsanların en hayırlısı insanlara yararı olandır sözünü bizim millet hep tersten anlıyor nedense. Çünkü bizimkiler insanlara faydalı olmayı kul hakkı yemekle, insanları dolandırmakla, banka hortumlamakla, bir işi yerinde yapmamakla, tüyü bitmemiş yetimin hakkını yemekle vs... gibi şeyleri yapmakla sanıyorlar.
Geçen yazımda Mevlana hakkında kronolojik bilgi ve Şems ile tanışmasını anlattıktan sonra bugünkü yazıda Mevlana'nın sözleri üzerine bir kaç düşünce, nasıl çağını aştığı , Mevlana'nın insanlara vasiyetinin altında ki düşünceler hakkında elimde geldiği kadar yazmaya çalışacağım.
Giriş yaptıktan sonra Mevlanayı günümüze taşıyan sözlerinin bir kısmını yazmazsam yazıda büyük bir eksiklik oluşur.
-Yine gel, yine gel, her ne olursan ol yine gel İster kafir, ateşe tapan, putperest ol yine gel Bizim bu dergahımız ümitsizlik dergahı değildir Yüz defa tövbeni bozmuş olsun da yine gel.
-Ya olduğun gibi görün, Ya da göründüğün gibi ol
-Sen bizim suretimize [yüzümüze] değil, siretimize [ahlakımıza] bak.
-Ömründen nasibin, kendini Sevgiliden mesut bulduğun andan ibarettir.
-Nice bilginler vardır ki gerçek bilgiden, hakiki irfandan nasipsizdirler. Bu ilim sahipleri, bilgi hafızıdır, bilgi sevgilisi değil.
-Sözünü öyle bir izah et ki havas da avam da istifade etsin.
-Herkesin aklının ereceği, fikrinin anlayacağı bir tarzda anlat.
-Söz söyleyen kemal sahibi olursa, (mağfiret ve hakikat) sofrasını yaydı mı, o sofrada her türlü aş bulunur.
Sözlerinin hepsini yazmama imkan yok çünkü yazarsam mesneviyi yeniden kaleme almış olurum.
Yukarıdaki sözlere kısaca bakarsak insanların nasıl yaşaması gerektiğini ve hedeflediği başarılara nasıl ulaşacağını Mevlana açıkça belirtmiştir. Yani hayatımızı kolaylaştıracak olan düşünceleri aslında Mevlana ortaya dökmüştür. Bu sözlere bakarak aşağıdakileri maddeleri de çıkarmak mümkündür.
1. Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla kurtulacağı
2. Suçtan kurtuluş, akıl yolu ile gafletten uyanış
3. İnanç'daki kudret
4. Tövbe edip doğru yolu bulanların Allah'ın sevgili kulu olacakları
5. Bilginin değeri
6. Gaflete dalış
7. Aklın önemi
Tarih sahnesine baktığımız zaman önemli insanlar her zaman hayata gözlerini yumduktan sonra toplum tarafından kıymeti bilinmiştir. Çünkü insanların düşüncelerini o zamanki toplum net bir şekilde idrak edemez. Bu idrak edememeye bağlı olarak insanlar iyi olan düşüncelere zıt görüş geliştirebilirler. Bu yazdıklarımızın yanında o zaman hakim güç kimse onun sözü geçer ve sürü olan toplumda buna karşı çıkmaz. Bunlara Şeytanın Ayetleri adlı eseri çevirdiği için ve ateist olduğu için Sivas da yakılmak istenen Nazım Hikmet'i, toplumdan farkı düşüncelere sahip olan ve bir toplantıda çatal atılarak protesto edilen Ahmet Kayayı, dönemin olaylarını filmlerinde kokmadan yılmadan anlatan Yılmaz Güneyi, Enel Hak deyip o zamanın yobaz toplumu tarafında derisi yüzülerek öldürülen Hallac-ı Mansur'u, Mlli Mücadelede ön saflarda çarpışan ve Atatürk'e zıt gittiği için eleştirilen Said Nursiyi ve adını hatırlayamadığım nice insanları yazabiliriz. Tabi yazımızın konusunu dağıtmadan tekrar Mevlanaya dönelim.
Mevlana kendi çağının ilerisinde olan bir düşünürdür. Çünkü mevlananın sözleri insanların hayatlarına ışık olmuştur. Her dönemde yaşayan insanlar hayatlarında Mevlanadan bir şey bulmuşlardır. Bunun yanında tasavvuf yolunda aydınlanmış, tüm dinlerin özünün aynı olduğunu, hepsi gibi, tanrıyı içimizde aramamızı ve evrenle bir olduğumuzu söyleyen sufi geleneğinin de başında gelir. Ne olursan ol yine gel diyecek insanları dini düşüncesine göre ayırmamıştır. Peki tarihinde böyle bir sufi yetiştiren ecdadımız şimdi ne yapıyor: Bizdensen gel bizimle ol diyen cemaatler, partiler , bizim düşüncemizde olanları savunalım diyen ideolojiler ... vs. saymakla bitmez. Allah yarattığı için insanları seven Mevlanaya bak bir de bize bak. Bu kadar hiddetlendikten sonra insanlara yapmalarını önerdiği vasiyetini de yazayım ve bizim şimdiki insanların bu vasiyeti nasıl tersten anladıklarını anlatmaya çalışayım.
"Size, gizlide ve açıkta Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, isyan ve günahları terk etmeyi, oruç tutmayı, namaza devam etmeyi, sürekli olarak şehveti terk etmeyi, bütün yaratıklardan gelen cefaya tahammüllü olmayı, aptal ve cahillerle oturmamayı, güzel davranışlı ve olgun kişilerle birlikte bulunmayı vasiyet ediyorum. İnsanların en hayırlısı, insanlara yararı olandır. Sözün en hayırlısı, az ve anlaşılır olanıdır."
Peki bizim yaptığımıza bakalım :
Dilimizle Allah'tan korkuyoruz kalbimizle değil. Eğer kalbimizle korksaydın banka hortumlamalar, kul hakkı yemeler, rüşvet, liyakat, iltimas... vs. olmazdı. Mevlana az yemek yiyin diyeceğine çok yemek yiyin deseydi daha çok sevilirdi bence!!! Az konuşmaya gelince bizim milletin yaptığı en önemli şey konuşmak zaten !!! Ama ne konuştuklarını da bir bilseler. İsyan ve günahları terk etmeyi, oruç tutmayı, namaza devam etmeyi gibi maddeleri zaten bir müslüman kalbiyle yapmalıdır. Ama bunu göstermelik yapanlardan korkmayalım da kimden korkalım. Bir insanın bunları yapıp yapmaması Allah ile kul arasındadır -Martin Luther'in Bastil hapishanesinin kapısına astığı bildiride yazdığı gibi- aptal ve cahillerle oturmamaya gelince bu konu hakkında yazdığım yazı daha detaylı bilgiler içermektedir. İnsanların en hayırlısı insanlara yararı olandır sözünü bizim millet hep tersten anlıyor nedense. Çünkü bizimkiler insanlara faydalı olmayı kul hakkı yemekle, insanları dolandırmakla, banka hortumlamakla, bir işi yerinde yapmamakla, tüyü bitmemiş yetimin hakkını yemekle vs... gibi şeyleri yapmakla sanıyorlar.
cahillik ve cehalet
Medeniyetlerin gelişmemesinin altındaki ön önemli etken belki de
cahilliktir. Biraz daha ileri gidersek, Seneca'nın: "Cehalet,
dertlerimiz için tesirsiz bir ilaçtır." sözünde devası bulunamayan bir
hastalık olduğu açıkça belirtilmiştir. Tabiki bunun prevelansını artıran
çeşitli etmenlerde vardır.
Bunların nedenlerine kısaca bakarsak:
-Bilgili insanların kolay kolay yetişmemesi,
-Ataletin günümüzde en sık kullanılan kelimelerden olması,
-Kitap okumanın yok denecek kadar az olması,
-Kolay ulaşılan bilgiye ulaşmak istememizdir,
-Tabuları yıkamamak,
-Eğitim sisteminin kötü olması,
-Bilginin paylaşılmaması ...
Saydığımız maddeleri daha da uzatabiliriz.
Zaten bir insan neden cahil olur sorusuna verilen cevaplar birbiriyle ilişki içindedir. Yani bir maddenin insanda oluşması demek -diğer maddeler uygun olmasa bile - o insanda cahillik emarelerine sebep olur. Bu emareletin içince belki en çok etki eden bence cahil insanla arkadaş olmaktır. İşin kötü yanı ise zaten cahil insanla vakit kaybettiiği gibi bir de onunla sohbet etmesidir. Cahil insanla arkadaş olan zaten kayıptadır. Cahil bir insanın zaten kendisine faydası olmayacağı gibi etrafına da faydasından çok zararı olur. Bunu Sokrates'in "Cahil insan kendi kendinin bile düşmanıdır; başkasına dost olması nasıl beklenir" cümlesinde daha net bir şekilde görmekteyiz. Cahillikten bu kadar bahsetmişken, yüzünüzde tebeessüm oluşturacağını düşündüğüm, aynı zamanda da güzel bir hiciv örneği olan bir dörtlük paylaşmak istiyorum.
'CAHİL İLE SOHBET ETMEK, ZORDUR BİLENE,
CAHİL;NE GELİR İSE SÖYLER DİLİNE!
ALİM İLE SOHBET EDERSEN ALIRSIN MERTEBE;
CAHİL İLE SOHBET EDERSEN,DÖNERSİN MERKEBE!!'
Cahillik ne kadar kitap okumamayla, eleştirel bakmamayla ... vs. gibi nedenlerle alakalı olsa da, bazı insanlar gerçekten cahildir ve bu yolu kendileri seçerler; bazıları ise günün şartlarına bağlı olarak cahil bırakılmaya zorlanır. Tabi burda bir noktanın altını çizmek istiyorum: Bir insanın üniversite okuması bu insanın bilgili olduğu anlamına gelmez. Zaten üniversiteden mezun olduğu zaman olaylara eleştirel bir gözle -bilgisi dahilinde- bakmıyorsa benim bahsettiğim sınıfın içine girer. Zaten ülkemiz oportünist bir zihniyetle insanlar yetiştirdiği için bilimsel anlamda faaliyetler az olmaktadır. Çünkü herkesin iş bulabilmesi bilimsel faaliyet yapmaktan daha önemlidir!!! Bu arada acaba ben ülkenin içinde bulunduğu durum hakkında evham mı yapıyorum ?
Türkiyede eğitim sistemine bağlı olarak eğitim seviyesinin düşük olmasından dolayı üniversitelerimiz " okumuş cahiller" topluluğu yetiştirmektedir. İşin kötü olan yanı ise bu cahiller topluluğundan bazı kişilerin yönetici anlamında önemli yerlere gelmesidir. Bu insan yönetime geldiği anda - küçük dağları ben yarattım edasıyla - amirlik yaptığı insanı -bir de eğitimliyle- ezmeye çalışır. Çünkü bu tip adamlar kuş beyinleriyle eğitimli insanları ezebileceğini düşünüyorlar. Ama günümüz de bu tip insanları tasvip ediyor - sözüm meclisten dışarı- bundan ziyade bu Hz. Ali'nin bu sözü her şeyi açıklıyor: Cahilin cahilliğini kanıtlamak kolaydır fakat ona itiraf ettirmek güçtür.
Bunların nedenlerine kısaca bakarsak:
-Bilgili insanların kolay kolay yetişmemesi,
-Ataletin günümüzde en sık kullanılan kelimelerden olması,
-Kitap okumanın yok denecek kadar az olması,
-Kolay ulaşılan bilgiye ulaşmak istememizdir,
-Tabuları yıkamamak,
-Eğitim sisteminin kötü olması,
-Bilginin paylaşılmaması ...
Saydığımız maddeleri daha da uzatabiliriz.
Zaten bir insan neden cahil olur sorusuna verilen cevaplar birbiriyle ilişki içindedir. Yani bir maddenin insanda oluşması demek -diğer maddeler uygun olmasa bile - o insanda cahillik emarelerine sebep olur. Bu emareletin içince belki en çok etki eden bence cahil insanla arkadaş olmaktır. İşin kötü yanı ise zaten cahil insanla vakit kaybettiiği gibi bir de onunla sohbet etmesidir. Cahil insanla arkadaş olan zaten kayıptadır. Cahil bir insanın zaten kendisine faydası olmayacağı gibi etrafına da faydasından çok zararı olur. Bunu Sokrates'in "Cahil insan kendi kendinin bile düşmanıdır; başkasına dost olması nasıl beklenir" cümlesinde daha net bir şekilde görmekteyiz. Cahillikten bu kadar bahsetmişken, yüzünüzde tebeessüm oluşturacağını düşündüğüm, aynı zamanda da güzel bir hiciv örneği olan bir dörtlük paylaşmak istiyorum.
'CAHİL İLE SOHBET ETMEK, ZORDUR BİLENE,
CAHİL;NE GELİR İSE SÖYLER DİLİNE!
ALİM İLE SOHBET EDERSEN ALIRSIN MERTEBE;
CAHİL İLE SOHBET EDERSEN,DÖNERSİN MERKEBE!!'
Cahillik ne kadar kitap okumamayla, eleştirel bakmamayla ... vs. gibi nedenlerle alakalı olsa da, bazı insanlar gerçekten cahildir ve bu yolu kendileri seçerler; bazıları ise günün şartlarına bağlı olarak cahil bırakılmaya zorlanır. Tabi burda bir noktanın altını çizmek istiyorum: Bir insanın üniversite okuması bu insanın bilgili olduğu anlamına gelmez. Zaten üniversiteden mezun olduğu zaman olaylara eleştirel bir gözle -bilgisi dahilinde- bakmıyorsa benim bahsettiğim sınıfın içine girer. Zaten ülkemiz oportünist bir zihniyetle insanlar yetiştirdiği için bilimsel anlamda faaliyetler az olmaktadır. Çünkü herkesin iş bulabilmesi bilimsel faaliyet yapmaktan daha önemlidir!!! Bu arada acaba ben ülkenin içinde bulunduğu durum hakkında evham mı yapıyorum ?
Türkiyede eğitim sistemine bağlı olarak eğitim seviyesinin düşük olmasından dolayı üniversitelerimiz " okumuş cahiller" topluluğu yetiştirmektedir. İşin kötü olan yanı ise bu cahiller topluluğundan bazı kişilerin yönetici anlamında önemli yerlere gelmesidir. Bu insan yönetime geldiği anda - küçük dağları ben yarattım edasıyla - amirlik yaptığı insanı -bir de eğitimliyle- ezmeye çalışır. Çünkü bu tip adamlar kuş beyinleriyle eğitimli insanları ezebileceğini düşünüyorlar. Ama günümüz de bu tip insanları tasvip ediyor - sözüm meclisten dışarı- bundan ziyade bu Hz. Ali'nin bu sözü her şeyi açıklıyor: Cahilin cahilliğini kanıtlamak kolaydır fakat ona itiraf ettirmek güçtür.
Bencillik ve insanlar neden bencil olurlar
Günümüzde geçmişte kurulan güzel dostluklardan eser kalmadığını
görmekteyiz. Bunu çeşitli sebeplere bağlayabiliriz: İnsanların bencil
olması , menfaatleri için insanları karşılarına almaları, günümüzün
getirdiği sosyo-ekonomik etkenler... vb. bunları çeşitli kategorilere
ayırmamız mümkün. Bunların hepsi ayrı ayrı ele alınması gereken konular
arasındadır. Ama ben bunlardan bencillik ve insanları bencilliğe iten
sebepler üzerinde durmaya çalışacağım. Öncelikle bencilliğin tanımını
yapmakla yazıma başlayayım.
Bencillik: Genel anlamıyla bireyin kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi ile ilgilidir. Buna egoizm ve benmerkezcilik de denir. Bencilliği bilim adamları üç ana başlık altında inceler:
Kısaca tanımını yaptıktan sonra insanlar neden bu hastalığa yakalanırlar sorusu üzerinde beyin fırtınası gerçekleştirelim. Bu noktada ünlü filozof Epictetos'un: "Bir insana, kendi ruhlarından mutlaka söküp atmaları gereken iki şey: İmkansızlık ve bencilliktir." sözünü atlamak istemiyorum. Yani Epictetos burada bir insanın hür ve özgür düşünebilmesi için yani insani özelliklerini sergileyebilmesi için benciliğinin -imkansızlığa sonraki yazıda değinirim- olmaması gerektiğini anlatmak istemiştir. Peki biz ne yapıyoruz günümüzde kim hakim güçse onun peşinden gidiyoruz ve diğer insanların durumunun ne olacağını aklımızın ucuna bile getirmiyoruz.
İşin kötü olan yanı ise bazı insanlar vardır ki onlar dünyanın kendi etraflarında döndüğünü, dünyada var olmalarının bile dünya için bir lütuf olduğunu, kendileri olmasaydı diğerlerinin de bir kıymeti kalmayacağını düşünürler.Yani küçük dağları ben yarattım edasındadırlar.
Önemli ve vazgeçilemez olduklarını düşünen bu yaratıklar övgü ve iltifatla beslenmeyi ister, kendilerinin özel olduklarını düşünüp ne yaparlarsa yapsında karşılarında bulunan insanlardan saygı görmeyi beklerler. Hayâl dünyasında yaşayan bu canlılar güç, başarı, şöhret, para gibi değerleri baştacı ederler. O nedenle (varsa) kendi meziyeterini abartmaktan da geri kalmazlar.
Bu anlattıklarım günümüzün koşullarını anlatıyor galiba. Bir örnekle olayı pekiştireyim. Devletin bir çok yalnış politikası vardır. Bunlar saymakla bitmez. Ama en önemlileri arasında maaş adaletsizliği ve gelirler arasındaki uçurumun gün geçtikçe büyümesi. Buna binaen insanların yaşama düzeylerinin düşmesi. Şu yakın zamanda gündemi takip edenler bilir milletvekili danışmanlarına % 170 zam verildi. Yani şimdiye kadar Türkiye Tarihinde verilen en yüksek zam dilimi bence. Peki buna karşılık emekliye ne kadar verildi ? Verilen zam oranı % 4,22 kesintiler hariç tabiki. Yaşasın adalet !!! Bunu neden anlattığıma gelince milletvekillerinin, danışmanlarına verecekleri zammı hemen belirlerken emekliye verilecek zammı ise 6.5 saatlik toplantıda karar vermişlerdir. Bu bencilliğin daniskası değil de nedir?
Günümüzde önemli insanların yetişememesin temel yapı taşlarından birisi bencilliktir. Çünkü bencil insan kendini geliştirmek için uğraşmaz. Her zaman konunun ve anlatılanın en iyisini ben biliyorum der. Bilgili insanların da sözlerine kulak asmaz. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Tarihe biraz yolculuk yaptığımız zaman önemli insanların bencilliklerini yenenler olduğunu görebiliriz.
Tarih demişken tarihten bir örnekle yazımı sonlandırmak istiyorum. Tarihe ilgisi olanlar bilir. Osmanlıda sadaka taşı denilen yardım taşları vardır. Yapılan iyiliklerin başa kakılmamasi ve muhtaç insanların da ezilmemesi icin enfes bir yoldur sadaka taşları. Yani insanlar bencillik edip de yaptğı yardımları gösteriş olarak kullanmaması için ideal yoldur. Umumiyetle geceleyin veya kimsenin olmadığı bir dönemde hali vakti yerinde olanlar buraya ihtiyaç sahipleri için sadakalarinı bırakırlardı.
Bir insan sadaka vermekle hayır yapıyordu; ama kime iyilik yaptığını da bilmiyordu. Karşısında ezilen iki büklüm olan insanlar olmuyordu böylece. Derdini kimseye açamayan hakiki bir fakir, ihtiyacı olunca oraya geliyor ve o da yine kimseye halini açmadan oradaki paranın ihtiyaci kadarını alıyordu. Ne kadar ihtiyacı varsa o kadar. Çünkü o biliyor ki, - buraya dikkat edelim- kendisi gibi ihtiyacı olan başka insanlar da var. Bu sadakayı verenin de meçhul olmasi sebebiyle kimsenin karşısında yüz suyu dökme ve ezilme durumu da olmuyor ve duasını da tanımadığı, bilmediği bir insana gönderiyordu.
Tavır ve davranislarını dinin ve ahlakın ruhundan alan atalarımız gercekten ince anlayış sahibi insanlardı. Sadece sadaka taşları değil, her birisi ayrı bir inceliğin ürünü olan ayni ve nakdi yardimlar da bizim kültürümüzün ürünleri.
Atalarımız bunları yaparken - bencillikle alakalı olarak - şu soruyu kendimize soralım ? Günümüzde sadaka taşları olsa biz ne yapardık? Hemen cevaplayayım. Bırakın ihtiyaç sahiplerini düşünmeyi sadaka taşındaki tüm yardımları alır hatta; taşı bile yerinden söker götürüp satardık. İnsanlar isterse ölsün kimin umrunda!!!
Bencillik: Genel anlamıyla bireyin kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi ile ilgilidir. Buna egoizm ve benmerkezcilik de denir. Bencilliği bilim adamları üç ana başlık altında inceler:
- Psikolojik bencillik: Bireylerin her zaman kendi çıkarları için hareket ettiği savunan doktrin,
- Etiksel (ahlaki) bencillik: Bireylerin her zaman kendi çıkarlarına uyan şeyi yapmalarının doğru olduğunu savunan doktrin,
- Rasyonel bencillik:İnsanların kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesinin rasyonel olduğunu savunan doktrin.
Kısaca tanımını yaptıktan sonra insanlar neden bu hastalığa yakalanırlar sorusu üzerinde beyin fırtınası gerçekleştirelim. Bu noktada ünlü filozof Epictetos'un: "Bir insana, kendi ruhlarından mutlaka söküp atmaları gereken iki şey: İmkansızlık ve bencilliktir." sözünü atlamak istemiyorum. Yani Epictetos burada bir insanın hür ve özgür düşünebilmesi için yani insani özelliklerini sergileyebilmesi için benciliğinin -imkansızlığa sonraki yazıda değinirim- olmaması gerektiğini anlatmak istemiştir. Peki biz ne yapıyoruz günümüzde kim hakim güçse onun peşinden gidiyoruz ve diğer insanların durumunun ne olacağını aklımızın ucuna bile getirmiyoruz.
İşin kötü olan yanı ise bazı insanlar vardır ki onlar dünyanın kendi etraflarında döndüğünü, dünyada var olmalarının bile dünya için bir lütuf olduğunu, kendileri olmasaydı diğerlerinin de bir kıymeti kalmayacağını düşünürler.Yani küçük dağları ben yarattım edasındadırlar.
Önemli ve vazgeçilemez olduklarını düşünen bu yaratıklar övgü ve iltifatla beslenmeyi ister, kendilerinin özel olduklarını düşünüp ne yaparlarsa yapsında karşılarında bulunan insanlardan saygı görmeyi beklerler. Hayâl dünyasında yaşayan bu canlılar güç, başarı, şöhret, para gibi değerleri baştacı ederler. O nedenle (varsa) kendi meziyeterini abartmaktan da geri kalmazlar.
Bu anlattıklarım günümüzün koşullarını anlatıyor galiba. Bir örnekle olayı pekiştireyim. Devletin bir çok yalnış politikası vardır. Bunlar saymakla bitmez. Ama en önemlileri arasında maaş adaletsizliği ve gelirler arasındaki uçurumun gün geçtikçe büyümesi. Buna binaen insanların yaşama düzeylerinin düşmesi. Şu yakın zamanda gündemi takip edenler bilir milletvekili danışmanlarına % 170 zam verildi. Yani şimdiye kadar Türkiye Tarihinde verilen en yüksek zam dilimi bence. Peki buna karşılık emekliye ne kadar verildi ? Verilen zam oranı % 4,22 kesintiler hariç tabiki. Yaşasın adalet !!! Bunu neden anlattığıma gelince milletvekillerinin, danışmanlarına verecekleri zammı hemen belirlerken emekliye verilecek zammı ise 6.5 saatlik toplantıda karar vermişlerdir. Bu bencilliğin daniskası değil de nedir?
Günümüzde önemli insanların yetişememesin temel yapı taşlarından birisi bencilliktir. Çünkü bencil insan kendini geliştirmek için uğraşmaz. Her zaman konunun ve anlatılanın en iyisini ben biliyorum der. Bilgili insanların da sözlerine kulak asmaz. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Tarihe biraz yolculuk yaptığımız zaman önemli insanların bencilliklerini yenenler olduğunu görebiliriz.
Tarih demişken tarihten bir örnekle yazımı sonlandırmak istiyorum. Tarihe ilgisi olanlar bilir. Osmanlıda sadaka taşı denilen yardım taşları vardır. Yapılan iyiliklerin başa kakılmamasi ve muhtaç insanların da ezilmemesi icin enfes bir yoldur sadaka taşları. Yani insanlar bencillik edip de yaptğı yardımları gösteriş olarak kullanmaması için ideal yoldur. Umumiyetle geceleyin veya kimsenin olmadığı bir dönemde hali vakti yerinde olanlar buraya ihtiyaç sahipleri için sadakalarinı bırakırlardı.
Bir insan sadaka vermekle hayır yapıyordu; ama kime iyilik yaptığını da bilmiyordu. Karşısında ezilen iki büklüm olan insanlar olmuyordu böylece. Derdini kimseye açamayan hakiki bir fakir, ihtiyacı olunca oraya geliyor ve o da yine kimseye halini açmadan oradaki paranın ihtiyaci kadarını alıyordu. Ne kadar ihtiyacı varsa o kadar. Çünkü o biliyor ki, - buraya dikkat edelim- kendisi gibi ihtiyacı olan başka insanlar da var. Bu sadakayı verenin de meçhul olmasi sebebiyle kimsenin karşısında yüz suyu dökme ve ezilme durumu da olmuyor ve duasını da tanımadığı, bilmediği bir insana gönderiyordu.
Tavır ve davranislarını dinin ve ahlakın ruhundan alan atalarımız gercekten ince anlayış sahibi insanlardı. Sadece sadaka taşları değil, her birisi ayrı bir inceliğin ürünü olan ayni ve nakdi yardimlar da bizim kültürümüzün ürünleri.
Atalarımız bunları yaparken - bencillikle alakalı olarak - şu soruyu kendimize soralım ? Günümüzde sadaka taşları olsa biz ne yapardık? Hemen cevaplayayım. Bırakın ihtiyaç sahiplerini düşünmeyi sadaka taşındaki tüm yardımları alır hatta; taşı bile yerinden söker götürüp satardık. İnsanlar isterse ölsün kimin umrunda!!!
28 Mart 2012 Çarşamba
19. yy osmanlı devleti askeri yapısı ve azınlık isyanları
Osmanlı Devleti Yükselme Döneminin sonlarına doğru üç kıtaya hükmeden, Avrupaya ve düşmanlarına korku salan, kendi çağında hüküm süren devletlere karşı her daim üstünlük kuran bir devlettir. Ekonomi, tarım, ticaret vs. gibi alanlarda dünyada söz sahibidir ve bu gibi alanlarda söz sahibi olması sayesinde devletin saygınlığı artmıştır. Bu devlet o kadar güçlü bir devlettir ki 1526 senesinde Mohaç Meydanında karşılaştıkları Macar ordusunu iki saatte hezimete uğratmıştır. Bu Osmanlı Devletinin gücünün ne seviyeye ulaştığının bir kanıtıdır. Yani günümüzün Amerikası ( siyasi ve ekonomi olarak) benzetmesinde bulunabiliriz.Amerika'nın şu an Dünya da üstlendiği rolü Osmanlı 15. yy ile 18. yy arası üstlenmiştir.
Bu yazımda asıl değinmek istediğim konu ise 19. yy Osmanlı Devletinin askeri durumu ve bunun neticesin de bu yüzyılda azınlıklarla Osmanlı arasında geçen-insanlar tarafından pek bilinmeyen- bir olaya değinmek istiyorum. Tabi bu olayın Osmanlı üstündeki etkileri nasıl olmuştur buna da değineceğim. Öncelikle Osmanlı Devleti 19. yy da nasıl kaotik durumdadır kısaca buna bakalım.
19. yüzyılda Osmanlı Devleti hızla dağılmaya ve beraberinde parçalanmaya başladığı dönemdir. Bunda Fransız İhtilali'nin sonuçları, Sanayi İnkılâbı ve kapitülasyonlar gibi Osmanlı devletini derinden sarsan olaylar neden oldu. Avrupa tarafından Osmanlıya yakıştırılan "Hasta Adam" benzetmesi yine bu dönemlere ait bir yakıştırma olarak ortaya çıkmıştır. Şöyle bir örnek verirsem Osmanlı Devleti'nin hastalık derecesini net bir şekilde açıklayabilirim. Bu sayede Devletin Yükselme Dönemiyle de ufak bir kıyaslama yapabiliriz. Osmanlı Devleti'nin Yükselme Döneminde devletin o kadar akçesi ve altını vardı ki Miri hazine (veya dış hazine) ile Enderûn (veya iç hazine) hazinesinde boş yer yoktu. Refahın daha geniş kesimlerce paylaşıldığı zamanlardı. Lakin gerileme dönemiyle birlikte masraflar artıp gelirler azalınca Osmanlı Devleti ekonomik buhran içine girmiştir. Devletin durumu o kadar kötü bir seviyede ki bu darboğazdan kurtulmak için 1853-1856 Kırım Savaş'ında İngiltere'den dış borç alınmıştır. Tabi ondan sonra Duyun-u Umumiye'nin kurulmasıyla devletin mali olarak da çöküntüye girdiğini görebiliriz.
Aslında Osmanlı Devleti'nin her alanda etkin olmasının bence tek sebebi askeri gücüdür. Hem denizde hem de karada Dünyanın sayılı ordularından birine sahiptir. Bu askeri gücüyle üç kıtaya hükmetmiştir. Ama her çıkışın bir inişi olacağı gibi her yükselmenin de bir gerileme ve çöküş süreci olacaktır. Bu süreç Osmanlı Devleti'nde 250 yıl sürmüştür. Bu sürecin uzun olması Osmanlı Devletinin gerilemesine rağmen ne kadar güçlü bir teşkilat yapısına sahip olduğunun kanıtıdır.
Osmanlı Devletini çöküş sürecinden kurtarmak için bazı devlet adamları ıslahat hareketleri düzenlemiştir. Islahat hareketlerini komadaki hastaya serum vermeye benzetebiliriz. Kısaca bu ıslahat haraketlerine de bakalım ve önemli olanlarını açıklamaya çalışalım.
-Yeniçeri ocağı kaldırılması : 1324 yılında Osman Gazinin tahtan inişinin akabinde Orhan gazinin tahta çıktığı yıl kurulmuştur. Osmanlı Devletinin savaşlarda en faydalı olan askeri gruplarından birisidir. Padişahın da yanında yer alan ve padişahı korumakla yükümlü olan bir askeri gruptur. Geçimlerini üç aylık olarak aldıkları maaş, padişah tahta çıktığı zaman verilen culüs bahşişi ve katıldıkları savaşlarda elde ettikleri ganimetlerden elde ederler. Bu grup geçen sürelerde kuruluş amacından saparak devletin yönetiminde söz sahibi olmuştur ve isyan faalietleri içine girişmiştir. Yükselme döneminde de isyan etmişlerdir ama devlet güçlü olduğu için etkisi kısa sürmüştür. 1658 yılından itibaren tüm önemini kaybetmiş ve bir ayaklanma yuvası haline gelmiştir. Sürekli ayaklanan Yeniçeriler istemedikleri padişahları ve devlet adamlarını indiriyor, hatta öldürüyorlardı. Bu kadar olaya binaen bu kurumun önemini kaybettiğini ve kaldırılması gerektiğini bazı padişahlar düşünmüştür. Bunların en başında Genç Osman gelir. Hotin savaşı esnasında -herkesi kendisi gibi sır saklayan birisi olduğunu sanıp- bu düşüncesini etrafındaki birisiyle paylaşmıştır. Bu paylaştığı kişi ise bu durumu çıkarlarına ters düştüğü için yeniçeri ocağı ağasıyla paylaşmıştır. O zamanda da hakim güç yeniçeriler olduğu için Genç Osman'ı Kapıkulu Zindanların'da boğmuşlardır. (Herkesin malumu Osmanlı Devletinde hanedandan birisinin kanı dökülmesi hoş karşılanmaz) Ama daha sonraki yıllarda güçlü bir otoriteye sahip olan ve halkı da arkasına alan II. Mahmut bu ocağı ortadan kaldırmıştır.
-Nizam-ı cedid kurulması : Yeniçerilerin işlevini yerine getirmediğini düşünen III. Selim tarafından kurulmuştur. Bu orduyu finanse etmek için ise İrad-ı Cedit dairesi kurulmuştur. Lakin Osmanlı Devletinde en önemli cenahın yeniçeriler olduğunu düşünürsek bu ordunun ömrü kısa olmuştur. Bu da askerlerin yönetimde söz sahibi olduğunun bir kanıtıdır.
-Ordunun eğitim şekli değişmesi : Toprak kayıplarını en aza indirmek için planlanmıştır. Lakin Osmanlı Devleti eski gücünde olmadığı için bu da pek etkili olmamıştır.
-Ordu beş ordu şeklinde teşkilatlandırılması.
-Askerlik süresi beş yıl olarak belirlenmesi.
-Askere alma işi kura ile yapılması.
Yukarıda saydığım askeri ıslahatlar ordunun kötü gidişatına merhem olmamıştır. Bunun neticesinde olarak da toprak kayıpları hızla artmıştır. Şimdi bu toprak kayıplarına bakalım. ( 19. YY )
-Kırım Savaşı (1853-1856)
- Navarinde Osmanlı donanmasının yakılması ( 1827)
- Mehmet Ali Paşayla yapılan mücadeleler ( Osmanlı Devletinin kendi valisine bile söz geçiremediğinin kanıtıdır)
-Londra Boğazlar Konferansı (1841)
-Paris Antlaşması(1856):
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ( 93 Harbi)
Berlin Antlaşması(1878)
Osmanlı Devleti 19. YY da çok önemli olaylar atlatmıştır. Bu olaylar devletin gerilemesinde önemli rol oynamıştır. Yukarıda bahsettiğim askeri olayların yanında azınlık isyanlarını da önemli olaylar kategorisinde değenlendirebiliriz. Öncelikle tarihsel olarak dostluk içinde yaşadığımız azınlıklardan biraz bahsedeyim. Kelime anlamı olarak azınlık : Bir devlet otoritesi altında yaşayan, aralarında din, dil, ırk farkı bulunan, özel anlaşmalarla verilen haklardan yararlanan gruplardır.(TDK sözlüğü) Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlerle iç içe yaşama, devletin kuruluş yıllarına kadar gider. Gayrimüslimler, İslam Hukuku’nun “zimmi hukuku” ile birlikte zaman zaman çıkarılan “örfî hukuk”un sağladığı düzen içinde huzur, barış ve güven içerisinde yüzyıllarca yaşamışlardır. Bunun akabininde Osmanlı Devletindeki azınlıklar yarı özerk bir yapı teşkil etmektedir. Buraya kadar herşey yolunda iken ne oldu da 19. YY da bu milletler bağımsızlıklarının peşinde düştü. Cevaplayacağımız soruların başında bu gelmektedir. Kısaca cevap verirsek Osmanlı Devletinin eski gücünde olmaması, Fransız İhtilalilin de getirdiği milliyetçilik akımı ve büyük devletlerin kışkırtmaları ( özellikle Rusya) azınlıklar isyanlarında etkili olmuştur.
Osmanının egemenlik alanı içindeki topraklar üzerinde yaşayan bütün milletler ( Araplar ve Afrikadaki bir kaç millet hariç) bağımsızlık için mücadele etmiştir. Osmanlıı tarihinde bazı isyanlar çok önemli bir yer tutmaktadır. Şimdi bunlara kısaca değinelim :
Sırp İsyanı: Fransız ihtilalinin yaymış olduğu milliyetçilik akımının etkisiyle ve bu bölgede çıkarı olan Avusturya ve Rusya’nın kışkırtmalarıyla ve Sırpların yaşadığı bölgelerdeki Yeniçerilerinin halka kötü davranmaları Sırpların isyan etme lerinde etkili olmuştur.Sırplar ilk kez 1804 yılında Kara Yorgi başkanlığında ve 1815 yılında Miloş Obronoviç önderliğinde isyan ettiler. Hemen bir anektod:
-Sırplar Osmanlı Devleti’ne isyan eden ilk millet olmuştur.
-Sırplar 1829 Edirne antlaşması ile yarı bağımsız bir devlet oldular. 1878 Berlin antlaşması ile tam bağımsız olmuşlardır.
-Yunan İsyanı: Yunanlıların isyan etmesinde başta Fransız ihtilalinin yaydığı milliyetçilik akımı olmak üzere, Rusya’nın kışkırtması, 1814 yılında kurulan Etnik-i Eterya Cemiyeti’nin faaliyetleri etkili olmuştur. Yunanlılar 1820’de Eflak ve Boğdan’da ayaklandılar daha sonra 1821’de Mora’da isyan ettiler. II.Mahmut isyanı bastıramayınca Mısır valisi M.Ali Paşa’dan yardım istedi ve isyan kısa sürede bastırıldı.(1827)
Ama İstanbul'a yakın oldukları için Rum isyanları daha önceliklidir. Devrin Rum Patriği Gregorius'un, Rus Çarı Alexandr'a gönderdiği ihanet mektubunun ele geçirilmesiyle Rum isyanının fitili ateşlenmiştir.
Patrik Gregorius'un, Rus Çarı Alexandr'a yazdığı ihanet mektubunun bir kısmında şöyle denilmektedir:
“'Türkler’i maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler çok sabırlı ve dayanıklı insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sahibidirler. Bu hasletleri de dinlerine olan bağlılıklarından ve kadere rıza göstermelerinden, geleneklerinin kuvvetinden; padişahlarına, kumandanlarına ve diğer büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir.
Türkler zekidirler ve kendilerini iyi yolda sevk ve idare edecek liderlere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri hatta kahramanlık ve yiğitlik duyguları da geleneklerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının güzel ve saf olmasından , bilhassa dinî ve manevî hayatlarını düzenleyen ve derleyen şahsiyetlere olan bağlılık ve saygılarından gelmektedir.
Türkler’i evvela bu dinî ve manevî şahsiyetlerinden mahrum bırakmak, kriz ve sıkıntı anlarında doğru yolu gösterecek kişi ve odaklardan mahrum bırakmak gerekir. Bunun da kestirme yolu dinî ve manevî hayatı temsil eden teşkilat ve şahsiyetleri, milletleri üzerinde etkili olmaktan çıkarmaktır. Halkı da millî ve manevî geleneklerine uymayan dış telkin ve fikirlerle tahrip etmektir.
Türkler dış yardımı reddederler, haysiyet duyguları buna engeldir. Bundan dolayı, geçici bir zaman için dahi olsa , Türkleri dış yardıma alıştırmalıdır.
Maneviyatları sarsıldığı gün kendilerinden şeklen çok kuvvetli, kalabalık ve güçlü görünen hakim kuvvetler önünde zafere götüren asıl güçleri sarsılacak ve maddî araçların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olacaktır...”
1821 yılında vuku bulan bu olay, İhanet Mektubu’nun ve Mora’nın İsyanı’na ilişkin belgelerin bulunması üzerine yapılan duruşma sonucunda, suçlu bulunarak patrikhanenin orta kapısı önünde asılarak idam edilmiştir. O sıralar Osmanlı tahtında, Sultan II. Mahmut oturmaktadır. Sadrazam ise Benderli Ali Paşa’dır. Patrik Gregorius’tan sonra gizlice toplanan patrikhane yönetimi, aynı yerde bir Türk devlet veya din adamı asılana kadar, kapının kapalı tutulmasına karar verdi. Bu kapı Cumhuriyet Dönemi’ne kadar zincirlenmiş olarak tutuldu. Halen kapalı olan bu kapı, patrikhane çevrelerinde Kin Kapısı olarak anılmaktadır. Günümüzde, Rum Ortodoks Patrikleri, Patrikhane’ye başka kapıdan girip çıkmaktadır. Günümüzde bu kapının açıldığı sokağa Türkler, Sadrazam Ali Paşa Sokağı adını vermişlerdir.
Bu yazımda asıl değinmek istediğim konu ise 19. yy Osmanlı Devletinin askeri durumu ve bunun neticesin de bu yüzyılda azınlıklarla Osmanlı arasında geçen-insanlar tarafından pek bilinmeyen- bir olaya değinmek istiyorum. Tabi bu olayın Osmanlı üstündeki etkileri nasıl olmuştur buna da değineceğim. Öncelikle Osmanlı Devleti 19. yy da nasıl kaotik durumdadır kısaca buna bakalım.
19. yüzyılda Osmanlı Devleti hızla dağılmaya ve beraberinde parçalanmaya başladığı dönemdir. Bunda Fransız İhtilali'nin sonuçları, Sanayi İnkılâbı ve kapitülasyonlar gibi Osmanlı devletini derinden sarsan olaylar neden oldu. Avrupa tarafından Osmanlıya yakıştırılan "Hasta Adam" benzetmesi yine bu dönemlere ait bir yakıştırma olarak ortaya çıkmıştır. Şöyle bir örnek verirsem Osmanlı Devleti'nin hastalık derecesini net bir şekilde açıklayabilirim. Bu sayede Devletin Yükselme Dönemiyle de ufak bir kıyaslama yapabiliriz. Osmanlı Devleti'nin Yükselme Döneminde devletin o kadar akçesi ve altını vardı ki Miri hazine (veya dış hazine) ile Enderûn (veya iç hazine) hazinesinde boş yer yoktu. Refahın daha geniş kesimlerce paylaşıldığı zamanlardı. Lakin gerileme dönemiyle birlikte masraflar artıp gelirler azalınca Osmanlı Devleti ekonomik buhran içine girmiştir. Devletin durumu o kadar kötü bir seviyede ki bu darboğazdan kurtulmak için 1853-1856 Kırım Savaş'ında İngiltere'den dış borç alınmıştır. Tabi ondan sonra Duyun-u Umumiye'nin kurulmasıyla devletin mali olarak da çöküntüye girdiğini görebiliriz.
Aslında Osmanlı Devleti'nin her alanda etkin olmasının bence tek sebebi askeri gücüdür. Hem denizde hem de karada Dünyanın sayılı ordularından birine sahiptir. Bu askeri gücüyle üç kıtaya hükmetmiştir. Ama her çıkışın bir inişi olacağı gibi her yükselmenin de bir gerileme ve çöküş süreci olacaktır. Bu süreç Osmanlı Devleti'nde 250 yıl sürmüştür. Bu sürecin uzun olması Osmanlı Devletinin gerilemesine rağmen ne kadar güçlü bir teşkilat yapısına sahip olduğunun kanıtıdır.
Osmanlı Devletini çöküş sürecinden kurtarmak için bazı devlet adamları ıslahat hareketleri düzenlemiştir. Islahat hareketlerini komadaki hastaya serum vermeye benzetebiliriz. Kısaca bu ıslahat haraketlerine de bakalım ve önemli olanlarını açıklamaya çalışalım.
-Yeniçeri ocağı kaldırılması : 1324 yılında Osman Gazinin tahtan inişinin akabinde Orhan gazinin tahta çıktığı yıl kurulmuştur. Osmanlı Devletinin savaşlarda en faydalı olan askeri gruplarından birisidir. Padişahın da yanında yer alan ve padişahı korumakla yükümlü olan bir askeri gruptur. Geçimlerini üç aylık olarak aldıkları maaş, padişah tahta çıktığı zaman verilen culüs bahşişi ve katıldıkları savaşlarda elde ettikleri ganimetlerden elde ederler. Bu grup geçen sürelerde kuruluş amacından saparak devletin yönetiminde söz sahibi olmuştur ve isyan faalietleri içine girişmiştir. Yükselme döneminde de isyan etmişlerdir ama devlet güçlü olduğu için etkisi kısa sürmüştür. 1658 yılından itibaren tüm önemini kaybetmiş ve bir ayaklanma yuvası haline gelmiştir. Sürekli ayaklanan Yeniçeriler istemedikleri padişahları ve devlet adamlarını indiriyor, hatta öldürüyorlardı. Bu kadar olaya binaen bu kurumun önemini kaybettiğini ve kaldırılması gerektiğini bazı padişahlar düşünmüştür. Bunların en başında Genç Osman gelir. Hotin savaşı esnasında -herkesi kendisi gibi sır saklayan birisi olduğunu sanıp- bu düşüncesini etrafındaki birisiyle paylaşmıştır. Bu paylaştığı kişi ise bu durumu çıkarlarına ters düştüğü için yeniçeri ocağı ağasıyla paylaşmıştır. O zamanda da hakim güç yeniçeriler olduğu için Genç Osman'ı Kapıkulu Zindanların'da boğmuşlardır. (Herkesin malumu Osmanlı Devletinde hanedandan birisinin kanı dökülmesi hoş karşılanmaz) Ama daha sonraki yıllarda güçlü bir otoriteye sahip olan ve halkı da arkasına alan II. Mahmut bu ocağı ortadan kaldırmıştır.
-Nizam-ı cedid kurulması : Yeniçerilerin işlevini yerine getirmediğini düşünen III. Selim tarafından kurulmuştur. Bu orduyu finanse etmek için ise İrad-ı Cedit dairesi kurulmuştur. Lakin Osmanlı Devletinde en önemli cenahın yeniçeriler olduğunu düşünürsek bu ordunun ömrü kısa olmuştur. Bu da askerlerin yönetimde söz sahibi olduğunun bir kanıtıdır.
-Ordunun eğitim şekli değişmesi : Toprak kayıplarını en aza indirmek için planlanmıştır. Lakin Osmanlı Devleti eski gücünde olmadığı için bu da pek etkili olmamıştır.
-Ordu beş ordu şeklinde teşkilatlandırılması.
-Askerlik süresi beş yıl olarak belirlenmesi.
-Askere alma işi kura ile yapılması.
Yukarıda saydığım askeri ıslahatlar ordunun kötü gidişatına merhem olmamıştır. Bunun neticesinde olarak da toprak kayıpları hızla artmıştır. Şimdi bu toprak kayıplarına bakalım. ( 19. YY )
-Kırım Savaşı (1853-1856)
- Navarinde Osmanlı donanmasının yakılması ( 1827)
- Mehmet Ali Paşayla yapılan mücadeleler ( Osmanlı Devletinin kendi valisine bile söz geçiremediğinin kanıtıdır)
-Londra Boğazlar Konferansı (1841)
-Paris Antlaşması(1856):
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ( 93 Harbi)
Berlin Antlaşması(1878)
Osmanlı Devleti 19. YY da çok önemli olaylar atlatmıştır. Bu olaylar devletin gerilemesinde önemli rol oynamıştır. Yukarıda bahsettiğim askeri olayların yanında azınlık isyanlarını da önemli olaylar kategorisinde değenlendirebiliriz. Öncelikle tarihsel olarak dostluk içinde yaşadığımız azınlıklardan biraz bahsedeyim. Kelime anlamı olarak azınlık : Bir devlet otoritesi altında yaşayan, aralarında din, dil, ırk farkı bulunan, özel anlaşmalarla verilen haklardan yararlanan gruplardır.(TDK sözlüğü) Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlerle iç içe yaşama, devletin kuruluş yıllarına kadar gider. Gayrimüslimler, İslam Hukuku’nun “zimmi hukuku” ile birlikte zaman zaman çıkarılan “örfî hukuk”un sağladığı düzen içinde huzur, barış ve güven içerisinde yüzyıllarca yaşamışlardır. Bunun akabininde Osmanlı Devletindeki azınlıklar yarı özerk bir yapı teşkil etmektedir. Buraya kadar herşey yolunda iken ne oldu da 19. YY da bu milletler bağımsızlıklarının peşinde düştü. Cevaplayacağımız soruların başında bu gelmektedir. Kısaca cevap verirsek Osmanlı Devletinin eski gücünde olmaması, Fransız İhtilalilin de getirdiği milliyetçilik akımı ve büyük devletlerin kışkırtmaları ( özellikle Rusya) azınlıklar isyanlarında etkili olmuştur.
Osmanının egemenlik alanı içindeki topraklar üzerinde yaşayan bütün milletler ( Araplar ve Afrikadaki bir kaç millet hariç) bağımsızlık için mücadele etmiştir. Osmanlıı tarihinde bazı isyanlar çok önemli bir yer tutmaktadır. Şimdi bunlara kısaca değinelim :
Sırp İsyanı: Fransız ihtilalinin yaymış olduğu milliyetçilik akımının etkisiyle ve bu bölgede çıkarı olan Avusturya ve Rusya’nın kışkırtmalarıyla ve Sırpların yaşadığı bölgelerdeki Yeniçerilerinin halka kötü davranmaları Sırpların isyan etme lerinde etkili olmuştur.Sırplar ilk kez 1804 yılında Kara Yorgi başkanlığında ve 1815 yılında Miloş Obronoviç önderliğinde isyan ettiler. Hemen bir anektod:
-Sırplar Osmanlı Devleti’ne isyan eden ilk millet olmuştur.
-Sırplar 1829 Edirne antlaşması ile yarı bağımsız bir devlet oldular. 1878 Berlin antlaşması ile tam bağımsız olmuşlardır.
-Yunan İsyanı: Yunanlıların isyan etmesinde başta Fransız ihtilalinin yaydığı milliyetçilik akımı olmak üzere, Rusya’nın kışkırtması, 1814 yılında kurulan Etnik-i Eterya Cemiyeti’nin faaliyetleri etkili olmuştur. Yunanlılar 1820’de Eflak ve Boğdan’da ayaklandılar daha sonra 1821’de Mora’da isyan ettiler. II.Mahmut isyanı bastıramayınca Mısır valisi M.Ali Paşa’dan yardım istedi ve isyan kısa sürede bastırıldı.(1827)
Ama İstanbul'a yakın oldukları için Rum isyanları daha önceliklidir. Devrin Rum Patriği Gregorius'un, Rus Çarı Alexandr'a gönderdiği ihanet mektubunun ele geçirilmesiyle Rum isyanının fitili ateşlenmiştir.
Patrik Gregorius'un, Rus Çarı Alexandr'a yazdığı ihanet mektubunun bir kısmında şöyle denilmektedir:
“'Türkler’i maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler çok sabırlı ve dayanıklı insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sahibidirler. Bu hasletleri de dinlerine olan bağlılıklarından ve kadere rıza göstermelerinden, geleneklerinin kuvvetinden; padişahlarına, kumandanlarına ve diğer büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir.
Türkler zekidirler ve kendilerini iyi yolda sevk ve idare edecek liderlere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri hatta kahramanlık ve yiğitlik duyguları da geleneklerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının güzel ve saf olmasından , bilhassa dinî ve manevî hayatlarını düzenleyen ve derleyen şahsiyetlere olan bağlılık ve saygılarından gelmektedir.
Türkler’i evvela bu dinî ve manevî şahsiyetlerinden mahrum bırakmak, kriz ve sıkıntı anlarında doğru yolu gösterecek kişi ve odaklardan mahrum bırakmak gerekir. Bunun da kestirme yolu dinî ve manevî hayatı temsil eden teşkilat ve şahsiyetleri, milletleri üzerinde etkili olmaktan çıkarmaktır. Halkı da millî ve manevî geleneklerine uymayan dış telkin ve fikirlerle tahrip etmektir.
Türkler dış yardımı reddederler, haysiyet duyguları buna engeldir. Bundan dolayı, geçici bir zaman için dahi olsa , Türkleri dış yardıma alıştırmalıdır.
Maneviyatları sarsıldığı gün kendilerinden şeklen çok kuvvetli, kalabalık ve güçlü görünen hakim kuvvetler önünde zafere götüren asıl güçleri sarsılacak ve maddî araçların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olacaktır...”
1821 yılında vuku bulan bu olay, İhanet Mektubu’nun ve Mora’nın İsyanı’na ilişkin belgelerin bulunması üzerine yapılan duruşma sonucunda, suçlu bulunarak patrikhanenin orta kapısı önünde asılarak idam edilmiştir. O sıralar Osmanlı tahtında, Sultan II. Mahmut oturmaktadır. Sadrazam ise Benderli Ali Paşa’dır. Patrik Gregorius’tan sonra gizlice toplanan patrikhane yönetimi, aynı yerde bir Türk devlet veya din adamı asılana kadar, kapının kapalı tutulmasına karar verdi. Bu kapı Cumhuriyet Dönemi’ne kadar zincirlenmiş olarak tutuldu. Halen kapalı olan bu kapı, patrikhane çevrelerinde Kin Kapısı olarak anılmaktadır. Günümüzde, Rum Ortodoks Patrikleri, Patrikhane’ye başka kapıdan girip çıkmaktadır. Günümüzde bu kapının açıldığı sokağa Türkler, Sadrazam Ali Paşa Sokağı adını vermişlerdir.
Mevlana Celaleddin-i Rumi
Ünü sınırların ötesinde, hatta insanların düşünce ufkunun da üstünde olan, "Yine gel, yine gel, her ne olursan ol yine gel. İster kafir, ateşe tapan, putperest ol yine gel. Bizim bu dergahımız ümitsizlik dergahı değildir. Yüz defa tövbeni bozmuş olsan da yine gel." sözü ile dillere pelesenk olan ünlü zat Mevlana Celaleddin-i Rumi hakkında biraz bahsetmek istiyorum. Öncelikle İslam, tasavvuf. ahlaki düşünce ... vs. gibi konularda dünya kültür mirasına damga vurmuştur. Asıl adı Celaleddindir. Rumi adını, Anadolu'ya yerleşip orada yaşadığı için ( O dönemde Anadolu'ya Diyarı-ı Rum deniliyordu); "Efendimiz" manasına gelen Mevlânâ ise, kendisine karşı duyulan büyük saygının belirtisi olarak verilmiştir)
Hayatını çeşitli başlıklar altında inceleyebiliriz. Ama bu benim işim değil ülkemizin kıymetli ve çok bilen(!) akademisyenlerine bırakmak istiyorum bu işi. Benim değinmek istediğim konu ise -Elif Şafak'ın söylemiyle- Mevlanayı aşk şelalesine atan ve "Hamdım, piştim yandım" demesine yol açan Şems-i Tebrizidir. Mevlana'nın hayatını akademisyenler dört başlık altında toplamıştır. Ama ben bunu iki dönem halinde alacağım. Çünkü Mevlana'nın hayatı zaten Şemsle tanıştıktan sonra başlamıştır. Ama tabi ki bu iki zatın tanışma aşamalarından da biraz bahsetmek gereklidir. Çünkü konuyu anlamamız için bu şarttır. Mevlana hayatı boyunca dersler verdiği için dini konuda mutmain bir yapıdadır. Hem halkın gözünde hem de diğer dini alimlerin gözünde bilgili bir insandır. Taki Şemsle tanışana kadar ve aralarında şu konuşma cereyan edene kadar.
- Ey bilginler bilgini, söyle bana, Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayezit Bistami mi?"
Mevlânâ, yolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmiş, sorduğu sorudan ötürü şaşırmıştı:
- Bu nasıl sorudur?" diye kükredi. "O ki peygamberlerin sonuncusudur; O'nun yanında Bayezit'in sözü mü olur?"
Bunun üstüne Tebrizli Şems şöyle dedi:
- Neden Muhammed 'kalbim paslanır da bu yüzden Rabb'ime günde yetmiş kez istiğfar ederim' diyor da , Bayezit 'kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, cüppemin içinde Allah'tan başka varlık yok' diyor; buna ne dersin?"
Bu soruyu Mevlânâ şöyle karşıladı:
- Muhammed her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. Oysa Bayezit ulaştığı makamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti, gücü sınırlıydı.; onun için böyle konuştu".
Tebrizli Şems bu yorum karşısında "Allah, Allah" diye haykırarak onu kucakladı.
Evet, aradığı O'ydu. Böylece Hem Mevlana hem de Şems kendilerini ilahi aşka ulaştıracak yani - Fuzuli'nin deyişiyle- vahdeti vucut anlayışına ulaştıracak dostlarını bulmuş oldular. Vel-hasıl kelam yüzyıllara dayanacak bir arkadaşlık kurmuş oldular. Bu arkadaşlığın Mevlânâ üzerindeki etkilerine de bakalım biraz. Şems Mevlanaya yepyeni bir kişilik, yepyeni bir görünüm kazandırmıştır. Tabiki öteden gelen bu dostuk bazı sorunları da beraberinde getirmiştir. Mevlânâ artık vaazlarını, derslerini, görevlerini, zorunluluklarını, kısaca her davranışı, her eylemi terk etmişti. Her gün okuduğu kitapları bir yana bırakmış, dostlarını, müritlerini aramaz olmuştu. Çünkü şemsle birlikte Halvet(iki kişi arasındaki yalnızlık manasına gelir) içerisindedirler. Yani ilahi aşka ulaşmak için inzivaya çekilmişlerdir.
Tabi bu duruma karşı halkın ve kendi ailesinin tepkisi gecikmemiştir. Bu tepkiyi gösterenler arasında en başta ailesi gelmektedir. Sordukları temel soru şunlardı : Kimdi bu gelen derviş? Ne istiyordu? Olaya bir de şu açıdan bakalım: Şems, Mevlânâ ile hayranları arasına nasıl girmiş? Ona bütün görevlerini nasıl unutturmuştu? Şimdi birazda Mevlanın sözleri ile bugünkü postu bitirmek istiyorum. Kaynaklara geçen sözlerinden bir derleme yaparsam :
-Kendine gel, yepyeni bir söz söyle de dünya yenilensin! Sözün öylesine bir söz olmalı ki dünyanında sınırını aşmalı. Sınır nedir, ölçü ne? Bilmemeli!
-Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol.
-Biz birleştirmek için geldik, ayırmak için değil
-Güzel söyle de halk, yüzyıllar boyunca okusun. Allah'ın dokuduğu kumaş ne yıpranır, ne eskir.
-Herkesin aynı şeyi düşündüğü yerde kimse fazla bir şey düşünmüyor demektir.
-Aşk etinden topuğuna kadar işlemiş bir nasırdır. Ya canın acıya acıya adım atacaksın ya da canını acıta acıta söküp atacaksın. Her iki yolda da tek bir gerçek olacak. Canın çok ama çok yanacak.
-Durma! Çabuk gel. Gelmem deme! Ne evet demek yaraşır sana, ne hayır. Dostum, senin şanına sadece gelmek yaraşır.
-Yanımda kimse olmadığından değil yalnızlığım, yalnız olduğumu söyleyeceğim kimse olmadığından yalnızım ben.
-Her dil gönlün perdesidir. Perde kımıldadı mı sırlara ulaşılır.
-Aklın yoksa yandın, ya kalbin yoksa o zaman zaten sen yoksun ki.
-Yan diyorum içime! Sadece sen yan ve dayan diyorum gönlüme! Herkes mutlu olsun. Sen dayan! Aşk dediğin ya Allah'tan gelmeli. Ya Allah İçin Olmalı. Ya da Allah'a ulaştırmalı; yoksa yerle bir olmalı.
Mevlana hakkında bu kadar yazı yazdıktan sonra Mevlana'nın insanlara vasiyetini yazmazsam yazıda bir eksiklik görürüm :
"Size, gizlide ve açıkta Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, isyan ve günahları terk etmeyi, oruç tutmayı, namaza devam etmeyi, sürekli olarak şehveti terk etmeyi, bütün yaratıklardan gelen cefaya tahammüllü olmayı, aptal ve cahillerle oturmamayı, güzel davranışlı ve olgun kişilerle birlikte bulunmayı vasiyet ediyorum. İnsanların en hayırlısı, insanlara yararı olandır. Sözün en hayırlısı, az ve anlaşılır olanıdır."
Bugün elimden geldiği kadar Mevlana hakkında bilgi vermeye çalıştım. Yazının devamında ise Mevlana'nın sözleri ve insanlara vasiyetini baz alarak Mevlana'nın tasavvufi düşencesi üzerinde durmayı ve bunun yanında bu yüzyıla kadar nasıl geldiği üzerinde kafa yoracağım-kimsenin yapmadığı şey-
Okuduğunuz için teşekkürler.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)